SEVGİ VE BİLGİ HAKKINDA KISA BİR HİKÂYE
Önce sâdece
sevgi ve bilgi vardı.
O'na bâzısı
Allah, bâzısı God, bâzısı Tao, bâzısı da başka şey der.
O,
sonsuzlukla dahi ölçülemeyecek derecede akıl, hikmet, kudret ve güzellikten
ibâretti.
Sonra O,
sevgisini ve bilgisini varlık hâline getirmeye karar verdi.
Ve bunu
uyguladı. Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman
da yaratılmış oldu.
Bâzıları
buna Genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der.
Bu ilk
yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir
zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu.
Bu
sebepledir ki, bizim ölçülerimize göre değerlendirmek için zihnimizi
zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak.
Big Bang
aslâ bitmedi, bitmeyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey
aynı hâle gelinceye kadar.
Bâzıları bu
farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıasına entropi
der. Çünkü varoluş ancak farklılıkla, izâfiyetle mümkün ve farklılıklar ortadan
kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân.
Bâzıları bu
mukadder hâdiseye kıyamet der.
Ne zaman
kopacağı sorulduğunda "Ölçülemeyecek kadar uzun bir süre sonra" cevabını
verirler; çünkü o olduğunda ölçülecek zaman kalmayacaktır.
Üstelik Big
Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden
yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu için de mâzi, hâl ve âti hep aynı.
O hepsini
biliyor ve her şey zaten O'nda.
Bâzıları
"Yaratılışa ne gerek vardı, O'nun ihtiyacı mı vardı?" diye sordular zaman zaman.
Hâlbuki
yaratılış kaçınılmazdı.
Çünkü bütün
bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve güzellikle dolu, O'nun bu vasıflarının
bir yansıması, bir yanılsaması sâdece.
Hakikâtte
ne yaratılış var, ne de yaratılmış.
Zâten her
şey O!
Bu mutlak
hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini
konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dar kafalı bağnazlar
öldürdüler.
O, fâniler
mutlu olsun diye iyi davranan kullarına cennet vaâd etti, kötü davrananların ise
cehennemde ceza göreceklerini tebliğ etti. Halbuki her an yeniden yaratılan ve
kıyamet kopan alemde cennetin de cehennemin de zâten mevcut olduğunu,
bâzılarının öbür dünya, bazılarının öte âlem dedikleri yerin zâten burası,
burasının da orası olduğunu allegorik bir şekilde ifâde ettiğini pek çok insan
anlayamadı; anlayanlardan Yûnus Emre diye birisi "
Cennet
cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen Onu, bana seni
gerek seni" diye yakardı.
O sevgi ve
bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti.
Big
Bang'den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok olacağına, kümelenerek maddeyi ve
enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler. En
küçük zerrelerden sonsuz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içerisinde
sevgiyle birbirine yaklaştı.
Bâzıları
buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein diye
birisi hepsinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ
"Tanrı'nın formülünü bulmak üzereyim" gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar
etti. Nötronlar, atomlar, moleküller, gök cisimleri, yıldızlar, gezegenler
oluştu.
Bâzıları
bunlara kapalı ve açık sistemler dediler. En azından bir tânesinin varlığından
emin olduğumuz bâzı gezegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar
öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik moleküller teşekkül etti.
Sonradan bunlar bâzılarının kozervat dedikleri canlılık öncesi oluşumlar hâline
geldiler.
Daha sonra
bunlara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi.
Bâzıları
buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka İsimler verdiler; bu
isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi
çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşünüldü.
Can, O'nun
mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ayrıcalıktı âdeta ama, evrimin kaçınılmaz
özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi.
Bâzılarının
virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini
aldılar.
Bâzılarının
canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı
çıkarken (negentropi yaparken) çevredeki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri
pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşünemedi ki, kâinatın
kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse,
reaktiviteyse, mâlzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları
atmaksa ve eninde sonunda gene entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa, bütün
bu kıstaslara en mükemmel şekilde uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi.
Yâni can
her yerdeydi, ruh her şeydeydi.
Can'ın ne
olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti.
Halbuki
can, mutlak hakikat olan O'ndan, sâdece ve sâdece O'ndan başka bir şey değildi.
Bunu insan
beyninin kavraması mümkün olmadığı için gönderdiği kutsal kitaplarda değişik
isimlerle Can'dan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı.
Kur'an-ı
Kerîm'de; İnsanların bu mes'eleyi kavrayamayacaklarını açıkça beyan etti.
Daha güzele
ve bilgili' ye doğru yolculuk devam etmeliydi tabii ki, Öyle de oldu . Çünkü O,
kendinin sûretini, yansımasını yaratmak istiyordu.
Tek
hücreliler, zamanla, birleşerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da,
zamanla, muhafaza edilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle
getirdiler.
Güzelliğin
ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kaim olması gerekiyordu.
Elektronun
pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi,
gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu. Bâzıları buna diyalektik dediler.
O'nun sevgi
ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da
taassup ister istemez oluştu.
O, bu menfî
vasıflara şeytan, iblis, kötü ruh, müspet olanlara melek, peri, arada ve karışık
olanlara cin gibi isimler taktı.
Doğum
ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla
zıtlaştı.
Bütün bu
kötü gibi görünen varoluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın
temini için gerekliydi.
Bu temel
espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı O'nun rakibi zannedip perestiş ettiler,
hattâ ona tapındılar.
Halbuki
bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey
biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve
muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu.
Bâzıları
Mekke'de taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu,
bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar.
Hâlbuki
kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı.
O, aynı
şehirdeki çok eski bir mâbedi bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri,
ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Bâzıları taştan ahşaptan bu
binaya tabiat üstü güçler atfettiler.
Mevlâna
gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşünemediler ki, bir an için
o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler
günde beş kez.
Yâni
insana, O'nun sûretine, yansımasına; O'na.!
Bâzıları bu
aşkın fikir ve gönül zâviyesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu,
insandan başka kıymet hükmünün bulunmadığını vehmeden hümanizm isimli felsefî
akımla karıştırıp kızdılar.
Zâten, bu
nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında
kullanmaktaydı.
Bu
zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzellikler oluşturdular.
Hayvanlar
âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâzılarının memeliler, primatlar,
hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve sonunda, beyni bilinen bütün
diğer canlılardan daha çok gelişmiş, soyut düşünme kâbiliyetine hâiz, kendi
kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O'nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine
sâhip bir varlık gelişti.
Bâzıları
ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bazıları homo erektus, homo sapiens, homo
faber, homo ekonomikus... gibi isimler taktılar.
O, sevgi
ile birbirlerine yaklaşsınlar diye onları ırklara, milletlere, dinlere... böldü;
farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün.
Hep O'nun
hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan
insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne
ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı,
bâzıları da kutsal kitapları hatalı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye
kalkıştılar.
O'nun
varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak
sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i rûhiye ile daha yakından
irtibat kurulabilirdi.
Buna bâzısı
mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der.
Bâzılarının
peygamber, nebî, velî, ermiş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtibattan
mânevî kudretlerince nasiplerini aldılar.
Çok özel
bâzılarına ise..
İnsanlar,
O'nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O'nun kelâmı olan, yazılı hâle
getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi.
Bâzıları bu
seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar.
Bütün bu
kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın
özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O'nu arıyordu.
Bütün
yolların O'na, sâdece O'na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen
pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harp etti. Çünkü
dinlerin O'na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye
hâline getirilmesi hatasına düştüler!
Öyle olunca
da, O'nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu.
Bu illet sırf din plânında tezahür etmedi zâten.
Bâzılarının
ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç
sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden
farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere...
O, aklın,
müspet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana.
"Maddî
âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki
kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, dua edin" dedi.
Bâzılarının
kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O'nun bilgisi ve
sevgisiyle oluştuğunu, O'nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı
olmadığını anlattı kullarına.
Bâzıları
bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sadece duâya, ibâdete sığındılar
ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler.
Yenilik ve
inkişaftan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına
düştüler.
Her zerresi
tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkiye dahi karşı çıkar
oldular.
Bu
gibilerin elinde, O'nun, insana bahşettiği en ulvî ve hakiki huzur aracı olan
din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü.
Din nâmı
altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına
dayandırılmış kör bilgiye istinat eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi
ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular,
sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler.
Ama O her
şeyi bilendi, her zehrin panzehirini de hâlk etmişti.
Akılla
imânı taassup batağına düşmeden birleştirebilen kullarını hep yarattı,
görevlendirdi.
Zaman
içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş,
hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki
ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en
büyük ibâdet kabûl ettiler.
Zaten O'un
da mesajı açık ve netti.!
En son
gönderdiği ve değiştirilemezliği O'nun garantisi altında olan kitap OKU diye
başlıyordu ve Peygamberinin " âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından
daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını"
tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu.
Tekâmül hep
sürüyordu, sürmekte ve sürecek.
Her şey
aslına, O'na dönünceye kadar; ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak.
Çünkü
"Önce", "Şimdi" ve "Sonra" hep aynı.
Haydi, bu
hikâyeyi bitirelim:
Önce sâdece
sevgi ve bilgi vardı...
|